Yine yorgun, yine bitmiş,yine…
Yine hayat onun planladığı
gibi gitmiyordu. Biliyordu! Planlar, hiçbir zaman gerçek olmayacak düşlerdi.
Ama yine de söz geçiremiyordu kalbine. Hayatın ne zaman, nerede ve ne şekilde
karşısına neler getireceğini bilememek, ona acıdan başka bir şey vermiyordu.
Alışmaya çalışsa da bu duruma, mantığının doğrusuyla kalbinin doğrusu hiçbir
zaman aynı olmuyordu. Bu karmaşanın çözümünü aramak için olağanca uğraş verse
de bir adım öteye gidemiyor, başladığı yerde mıhlanıp kalıyordu. “Zaman”
diyordu. Belki de ona bırakmak, çözümü ondan beklemek;evet en doğrusu buydu. Ama
ne yüreği isyan etmeden durabiliyordu, ne de mantığı sabredebiliyordu.
Tükendiğini hissediyordu ve tükenmişliğin ağır yükü, onu öylesine zorluyordu ki
“yeter!” diye bağırmamak, bir çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu.
Ne yapsa, ne etse olmuyor,
bir türlü tutunamıyor; hayat denen o sahnede bir türlü alkış sesi duyamıyordu.
Ya o, oynadığı sahneye hiç alışkın değildi ya gerçekten kötü bir oyuncuydu ya
da kötü rolleri oynamak hep ona düşüyordu.
Şansına küfredip duruyor,
hıncını kaderinden çıkartmaya çalışıyordu. İnanmıyordu aslında kadere. Hayatın,
kişinin doğru ve yanlışlarına göre şekillendiğine inanıyordu. İnanıyordu
inanmasına ama ne çare? Bu bahtsızlığını da “kader” diyerek adlandırıyor,
böylece olanlarda onun payı hiç yokmuş gibi sessizce kenara çekiliyor, kısa
süreli mutluluklar yaşayıp; bir süre sonra da yaşadıklarından dert yanıyordu.
Olmuyordu, ne yaparsa yapsın bir
türlü bahane bulamıyordu. Bile isteye saplandığı bataklıkta, hiç suçu yokmuş
gibi davranıp yanlış üzerine yanlış yapıyor, yanlış yaptıkça da batmaya devam
ediyordu.
Ama öğrendi. Bir yanlışın
bile bir çok doğruyu götürebildiği yerdi hayat sahnesi.
Kabullendi!
“Ben” dedi. “Bütün sorumlusu
benim.”
Bu kez doğruyu bulmuş, en
azından yanlışları düzeltmek için doğru yerden başlayacaktı.
Kendisinden…
Kendisinden…