12 Ocak 2016 Salı

Öldük Biz!

Sınırı kalbura dönmüş, istihbaratı iktidara diz çökmüş; vicdanı nasır tutmuş siyasilerin çıkarları uğruna sessizliklerini koruduğu; basının sustuğu, susturulduğu; aydınların elinin kolunun bağlandığı,   endişelerin her geçen gün daha da arttığı; yasakların ve yasakçı zihniyetin egemenliğini ilan ettiği; güvende olmak tabirinin artık kullanılamadığı bu ülkede, her geçen gün ölüyoruz biz!
***
Dün ülkenin başkentinde; güvenliğin sözde "üst düzeyde" olduğu yerde öldük biz!
Kıyıya vuran çocuğun cesedini gördüğümüzde, ölümüne haklı sebepler ararken öldük biz.
Bugün  İstanbul'da, İstanbul'un kalbinin attığı yerde; Sultanahmet'te öldük biz!
Şehit olduk, yetim kaldık, öksüz kaldık; sakat kaldık, yalnız kaldık; tutuklandık, ama hep öldük biz!
Yaşanan her olayda birileri yitip giderken aramızdan, sustuk biz!
Ve sustuğumuz o an; insanlığımızı yitirdik biz!

12 Şubat 2015 Perşembe

Zamana Yenik Düşmektir Yalnızlık

“Yeryüzüne yalnızlık hakim olduğunda, hıçkırıklar alır o içten kahkahaların yerini. Eksikliğini hissettiğin her şeyin yerini göz yaşı alır.
Matemin o ağır havasını soluduğunda insan, zaten hiç yaşamamışcasına kederlenir, hüzünlenir. “-mış’lı” anlatımlara yenik düşen anıların eskideki güzellikleri,şimdilerde yerini bir hiçe bıraktığında, taşınması zor olan yüklere bir yenisi eklenir.
Her gün yenildiğini, ezildiğini, yorulduğunu hisseder insan. “Belki” lerin karmaşası, “keşke”lerin yakarışları sarar tüm düşünceleri.
Kalabalıkta bir başına kalmanın soğukluğunu hisseder, üşür.” 

dedi bilge ve bir öğüt ekledi söylediklerine…

“Yaşamasını bilenedir hayat! Bilin, bulun, hissedin ve yaşayın!
Zamana yenik düşmektir yalnızlık! Kalkın, silkelenin ve yürüyün!”

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Yoruldum

“Rüzgar esiyordu usul usul.
Ve esen rüzgar, bir baba şefkatiyle, sevecen bir tavırla okşuyordu adamın suratını. Uzun süredir böylesine bir sıcaklık hissetmemişti adamın sevgiye susayan ruhu. Yaşama sevincini kaybetmiş,umutsuzluk deryasında beyhude kulaçlar atarak karaya ulaşmaya çalışan bu adam, hayata karşı dik durmaktan yorgun düşmüştü. Sanki şehir ona küsmüş, sanki her köşe başı ona küfür ediyordu. Her gün geçtiği sokağı tanıyamıyor, her sabah uyandığında burun buruna geldiği manzara ona yabancı geliyordu. Eskiden “Beni anlatıyor” dediği şarkının sözleri bile  alıp başını gitmiş, notalarını çırılçıplak, yapayalnız bırakmıştı. Geçen çileli yaşantısına baktığında iyi ki ile başlayan tek bir cümle bile kuramıyor, her anısı bir “keşke” ile suratına çarpıyordu. Nedenini aradığı her durum, karmaşanın merkezine çekiyordu onu. Zaman akıp gidiyor ve akan her saniye ondan bir şeyler götürüyordu. Ne bu zamana kadar okuduğu bir roman ya da şiir, ne de dinlediği bir şarkı; böylesi bir karmaşayı, böylesi bir üzüntü halini anlatmıyordu. Kimseyle paylaşamadığı sıkıntıları günler geçtikçe çığ gibi büyüyüp daha da çözümsüz bir hale geliyordu. Yaşadıkları yeterince ağırken, bir de üzüntüsünü paylaşacak kimsenin olmaması daha da çıkmaza sürüklüyordu onu. Düşünüyordu, uzun uzun düşünüyordu ama nafile. Her düşünce yeni bir kabus, her kabus yeni bir bitmişliğe, tükenmişliğe iteliyordu.”

Bu satırlarla başlamıştı adam hayatını anlatmaya. Kim bilir ne denli zor, ne denli engelli bir yaşamdan geçmişti. Kitabında hem tüm hayat tecrübelerini okuyucuya aktaracak, hem de kendini bir parça rahatlatacaktı. Üçüncü şahıs olarak kaleme aldığı kendi yaşamından biraz uzaklaşacak, kendisine uzaktan bakmanın tadına varacaktı. Yaşadığı sıkıntılar peşini hiçbir zaman bırakmayacak olsa da onlarla yaşamaya alışmak için kendine şans tanıyacaktı.

Ve devam etti adam kitabına…
Uzun uzun yazdı, hiçbir anı atlamadan uzun uzun…
Ve nihayet bitirdi bitmek bilmeyen sıkıntılarını anlattığı kitabını.
Yoruldu adam, çok yoruldu.

Kitabın son cümlesi de “Yoruldum” oldu.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Su Denilince Susamak mı Susmak mı?

Fosil yakıtların yakılması, bilinçsiz sanayileşme, hızlı şehirleşme ve ormanların tahribatıyla; atmosfere salınan sera gazlarıyla birlikte gücüne güç katarak etkilerini gösteriyor küresel ısınma. Yaşanan iklim değişiklikleri, yağışların azalması ve bilinçsiz su tüketimi ile hayatımızın bir parçası, büyük bir sorunu olma yolunda hızlıca ilerleyip, kendini fark ettiriyor.
Hiçbir veriye bakılmadan da kolaylıkla görülebilecek bu etkilerden sonra herkes kendini olası felaket senaryolarına inandırmaya koyuluyor. Kafa karıştıran birçok soruyla baş başa kalıyor insanlar.
Aylardır mevsim normallerinin kah altında kah üstünde seyreden hava sıcaklıkları, yıllar öncesinde uzmanların anlattığı felaket senaryolarının gerçeğe dönüşmeye başladığının mı habercisi? Nisan’da Kasım’ı ya da Temmuz’da Nisan’ı yaşamak gerçekten de normal mi ?
Yazın başında barajlardaki su yetersizliği ile ilgili haber yapan görsel basın, küresel ısınmanın azılı bir katil gibi boğazımıza yapışıp, intikam için gün saydığı gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştı.
Yakın zamanda okuduğum birkaç makaleden sonra içime bir merak düştü ve İstanbul’un barajlarındaki su miktarını araştırmaya başladım.Araştırma verilerinin gerçeği birebir yansıtmasını istediğim için konunun en yetkili ağzının, İSKİ’nin internet sitesindeki istatistiklerini incelemeye koyuldum ve ne yazık ki gerçekler beni korkuttu.
Geçtiğimiz yılın Temmuz ayında İstanbul’daki barajların doluluk oranı %74,71 iken aradan geçen bir yıl ile bu oran oldukça azalmış. Temmuz 2014 rakamları, barajlardaki doluluğun %19,74’e düşmesiyle korkulan senaryonun yakında gerçek olacağına işaret ediyor.
İstanbul’un barajlarında an itibariyle 171.497 milyon m3 su bulunmakta. Bu miktar oldukça fazla görünebilir fakat son 5 ayda harcanan su miktarının 367.651 milyon m3 olması ile İstanbul’un 1 aylık içme suyunun kaldığını hesaplamak çok da zor değil.
Bu istatistiklere rağmen yetkililer 2100’ler, 2200’lere kadar dert görmeyeceği iddiasında. Rahatlıklarının sebebini anlayamamış olsam da “Umarım dedikleri gibi olur” demekten kendimi alıkoyamıyorum.

Peki, tablo bu kadar vahim iken bizler birey olarak ne yapabiliriz?

Başta su olmak üzere kağıt, elektrik, kömür ve doğalgaz tüketiminin ihtiyaç kadar kullanılması, ulaşımda toplu taşıtların kullanılıp egzoz dumanının atmosfere salınmasının önlenmesi; tüketicinin yani bizlerin israftan kaçınarak hem ev bütçesine küçük katkılarda bulunması hem de çevreye duyarlı olduğunu göstererek insanlara örnek davranışlarda bulunması gerekiyor. Bilinçli tüketici olmak atabileceğimiz ilk adım.
Tasarruf kadar önemli bir diğer konu da “Farkındalık Yaratmak”
Ortada bir sorun var ve herkes bu soruna kulaklarını tıkayarak, kendini bu sorundan soyutlamaya çalışıyor. “Benim aldığım küçük önlemler mi dünyayı kurtaracak?” gibi bir yaklaşım da yanlış bir tavır. Soruna “Benim aldığım küçük önlemler” yerine “Bizim toplum olarak aldığımız küçük önlemler” olarak bakmak gerekli. Bu gibi tüm dünyayı etkisi altına alan sorunlarda toplum olarak bilinçlenmenin önemi büyük. Fakat insanların büyük bir kısmı ne denli büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzun farkında değil. Bu konuda insanların bilinçlenmesi ve tasarruf bilincinin aşılanması da en az tasarruf etmek kadar önemli.
Dünya devletlerinin sorunun çözümü için neler yapması gerekir?
Bizler bireyler olarak alabileceğimiz tüm önlemleri almış olsak bile bu sorunun çözümü için yeterli şartlar ne yazık ki sağlanmış olmayacak. Nasıl ki bizim toplum olarak bilinçlenip, birlikte hareket etmemiz gerekiyorsa, dünya devletlerinin de kolektif bir bilinç içinde hareket etmeleri, bu bağlamda öncelikle sorunun büyüklüğünü tespit etmeleri,ayrıca tedbir alınmadığı takdirde dünyada ne gibi felaketlerin yaşanılabilineceğinin araştırılması gerekiyor.
Öncelikli olarak atmosfere salınan sera gazlarının azaltılması hususunda devletlerin protokoller imzalayıp,bir an önce uygulamaya geçmesi, daha sonra da bu bağlamda çeşitli yaptırımlar uygulaması gerekiyor.
***

Kısacası herkesin elini taşın altına koyup, elinden ne gelirse yapması gerekiyor. Unutmamız gereken bir şey var: “Bu dünya bizim ve gidebileceğimiz başka bir dünya yok.” Hem kendimiz için hem de gelecek nesiller için daha yaşanılabilir bir çevre yaratmak mümkün.
Küresel ısınmayla savaşımızı ya hep birlikte çaba gösterip kazanırız ya da onun bizi sinsice ama her geçen gün hızlanarak ele geçirmesine seyirci kalırız.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Yağmuru Bekleyen Şehir

Y
ine hüzün çökmüştü şehrin merkezine…Gidenlerin acısı, kalanların yüreğine oturmuş; kalkmak nedir bilmiyordu. Yangın sonrası her yanı kül olmuş bir hengame misali, derin bir sessizlik, anlamsız bir durgunluk hakimdi etrafa. Kimse kimseyle konuşmuyor, yaşananlara anlam veremiyordu.Gökyüzünün rengi değişmiş, beti benzi atmış ürkek bir çocuğun yüzü gibi bembeyazdı. Her tarafı kaplayan bulutlar, insanların içini kaplayan bu derin yasın gözyaşlarını şehrin üzerine boşaltmaya hazırlanıyordu.Eskiden her yana hakim olan bu asi şehrin güçlü uğultusundan hiç eser yoktu. Bulutların renginden midir bilinmez ama bu kaçışan kalabalığın derin sessizliği hiç de iyiye işaret değildi. Acılarını bu denli sessiz, bu denli paylaşımsız yaşamaları; fırtına öncesi sessizliğin mi habercisiydi?Yoksa alışılagelmiş tabloların tekrar tekrar yaşanmasının verdiği bir şaşkınlık, monoton bir üzüntü hali miydi?
Ara sokakların ana caddeye açılan yollarının kenarlarını mesken tutmuş seyyar satıcılar, günün bitimini dört gözle bekliyor; satışlarını arttırmak için uğraşmıyorlar, bağırmıyorlardı. Sokak müzisyenleri enstrümanlarına öylesine sıkı sarılmışlardı ki tek bir notanın bile özgürlüğe kavuşmasına izin vermiyorlardı. Az ileride her gün elinde onlarca balonla çocukların yüzünü güldüren, onları eğlendiren adam bile bugün balonlarını şişirmekten yorulmuştu.Çiçekçilerin sepetlerindeki güller, menekşeler,papatyalar yüzlerini yere çevirmiş, mahzun mahzun boşluğu izliyorlardı.
       Gökyüzünde yaşanan küçük bir hareketlilikten sonra bulutlar var güçleriyle damlaları yeryüzüne ulaştırıyordu. Yere düşen damlalara eşlik eden gök gürültüsü gün boyunca sessizliğe alışmış insanları normalden daha da fazla korkutuyordu.
Eve erken gitmek için bir neden arayanlar, bu ruhsuz sokaklardan uzaklaşmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattı bu. Çok geçmeden boşalan sokaklarla birlikte şehir bile kendine hayret eder bir hale geliyordu. Bu cadde daha önce hiç bu kadar yalnız, hiç bu kadar kimsesiz kalmamıştı.
Acınası halde olan bu şehrin inzivaya çekilme vakti gelmiş, yavaş yavaş karanlığa teslim olmaya başlıyordu. Bu şehir bugünü yorgun, ruhsuz ama yarının güzel geçeceği umuduyla tamamlıyordu.
Ve gün nihayet bitti.

23 Mayıs 2014 Cuma

Dehlizler de Aydınlanacak Bir Gün

Yürüyordu usul usul…
Sessizce geçiyordu yollardan. Kimse onu duymamalı, elinde ne olduğunu bilmemeliydi. Kahraman edası ve kendinden emin tavrıyla yürümeye devam ediyordu. Başaracaktı, başarmalıydı. Bu bilinçle karşısına çıkacak tüm zorlukları aşmak için zırhlarını kuşanmış; tek bir düşünceyle yürüyordu: “Başaracağım!”.Yorgundu ama başaracağı günün hayaliyle ilerliyor ve içini bir nebze de olsa rahatlatıyordu. Olumsuz tek bir düşünce yoktu kafasında ya da onu yenilebileceğine inandıracak tek bir engel yoktu. Ama yine de temkinli ilerliyor ve adım adım yaklaşıyordu hedefine. Öyle parıltılı bir yer değildi varmak istediği yer. Karanlık, soğuk, ıssız,sessiz ve sıradan bir yaşama; yarının dünden farkının olmadığı bir yere doğru ilerlemeye devam ediyordu. Bir gün oraya varacak ve yol boyunca elinde sımsıkı tuttuğu bilgiyi oraya ulaştıracak ve onun engin ışığıyla insanları kuşatacak, etrafa yayılan bu ışıkla insanların gözleri kamaşacak ve nihayetinde o derin uykularından uyanacaklardı. Belki anlık bir duraksama olacaktı ama sonunda harekete geçecekler, yarınlarını dünden farklı kılmak için var güçleriyle çabalayacaklardı. Hayatları boyunca her istediklerini dişiyle tırnağıyla kazanmaya alışmış bu insanlar, bu defa da kendi benliklerine ulaşmak, “Bende varım!” diyebilmek için çırpınacaklardı. Gerçeğin o şaşaalı görüntüsüne olan inançlarıyla, tek vücut olup hareket etmenin eşsiz tadına varacaklar ve “durmak” kelimesini lügatlarından çıkararak zirveye ulaşmaya çalışacaklardı. İnanıyorlardı ama inanmanın da tek başına yetmeyeceğini çok geçmeden anlayacaklardı. Yollarına engeller çıkacak ve bu engellere takılıp bir kez daha o dehlize sürükleneceklerdi. Bilgi nihayetinde ulaşılamaz denilen yerlere ulaşmış, uyandırılamaz denilen herkesi uyandırmıştı. Ama bu yeterli olmadı, olamadı. Bilgiyi bilmek değildi mühim olan. Mühim olan her an öğrenebilmek, bilgi havuzuna her saniye yeni bir damla ekleyebilmekti. Bir gün öğreneceklerdi ve apaydınlık olacaktı dehlizler. Bugün değil ama bir gün.




30 Nisan 2014 Çarşamba

30 Nisan'dan 1 Mayıs'a

        1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramıişçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü.Böylesi güzel ve anlamlı; bayram havasında geçmesi gereken;haksızlığa karşı birlik ve dayanışma çağrısının yapılacağı bir günde, meydanların kapatılıp polis çemberi altına alınması, ulaşımın engellenmesi sizce de ironik değil mi? 

       1 Mayıs gelmeden, yetkili ağızlardan yapılan sözde uzlaşımcı özde yasakçı açıklamalar birer birer duyulmaya başladı.Yasakçı zihniyetin, dikta yönetimin İstanbul sözcüsü, 1 Mayıs'ta İstanbul'un ulaşımında büyük rol oynayan birçok raylı sistemin, metrobüs ve vapur seferlerinin iptal edildiğini söyledi. Gerekçe olarak da "önlem" dedi.Ulaşımı engelleyerek uzlaşı sağlamak gibi bir gaflete kapılmış olan dikta yönetim; işçi ve emekçileri bu anlamlı günde terörist olarak göstermek için elinden geleni yapacak, bayram havasında kutlanılması gereken bu güne yasaklarla gölge düşürmeye çalışacak. Bunların hepsi bekleniyordu. Ne de olsa dün halkın parkını halka kapatırken alkışlananlar, bugün halkın ulaşımını engelleme hakkını pek tabi kendisinde görecek.


Peki yarın ne olacak?


        Başta Taksim olmak üzere, Kadıköy ve Beşiktaş'ta halk,bayramını kutlayıp yürümek isteyecek; polis onları engellemek için biber gazı, tazyikli su ve hemen ardından da kaba kuvvet kullanacak.Birçok insan yaralanacak. Belki de ölenler olacak. Sonra herkes haber kanallarını açacak ve gözleri alt yazıya takılacak. "Başbakan açıklama yapıyor." Halka cevabını günler öncesinden hazırlayan başbakan, hazırladığı cevabı basın açıklamasıyla ülkeye hatta dünyaya duyuracak. "Biz onlara yer gösterdik. Gidip bayramlarını orada kutlamalıydılar" diyecek. Polisi kahraman; işçi ve emekçiyi terörist ilan edecek. Kısacası 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı polisin kaba kuvveti ve dikta yönetimin sözde önlemleriyle mahvolacak. Hastaneler yaralılarla dolup taşacak. Ve bir 1 Mayıs daha hafızalara Kurban Bayramı olarak kazınacak. Kurbanları işçi ve emekçiler, kasapları ise dikta yönetim olacak.