30 Ağustos 2014 Cumartesi

Yoruldum

“Rüzgar esiyordu usul usul.
Ve esen rüzgar, bir baba şefkatiyle, sevecen bir tavırla okşuyordu adamın suratını. Uzun süredir böylesine bir sıcaklık hissetmemişti adamın sevgiye susayan ruhu. Yaşama sevincini kaybetmiş,umutsuzluk deryasında beyhude kulaçlar atarak karaya ulaşmaya çalışan bu adam, hayata karşı dik durmaktan yorgun düşmüştü. Sanki şehir ona küsmüş, sanki her köşe başı ona küfür ediyordu. Her gün geçtiği sokağı tanıyamıyor, her sabah uyandığında burun buruna geldiği manzara ona yabancı geliyordu. Eskiden “Beni anlatıyor” dediği şarkının sözleri bile  alıp başını gitmiş, notalarını çırılçıplak, yapayalnız bırakmıştı. Geçen çileli yaşantısına baktığında iyi ki ile başlayan tek bir cümle bile kuramıyor, her anısı bir “keşke” ile suratına çarpıyordu. Nedenini aradığı her durum, karmaşanın merkezine çekiyordu onu. Zaman akıp gidiyor ve akan her saniye ondan bir şeyler götürüyordu. Ne bu zamana kadar okuduğu bir roman ya da şiir, ne de dinlediği bir şarkı; böylesi bir karmaşayı, böylesi bir üzüntü halini anlatmıyordu. Kimseyle paylaşamadığı sıkıntıları günler geçtikçe çığ gibi büyüyüp daha da çözümsüz bir hale geliyordu. Yaşadıkları yeterince ağırken, bir de üzüntüsünü paylaşacak kimsenin olmaması daha da çıkmaza sürüklüyordu onu. Düşünüyordu, uzun uzun düşünüyordu ama nafile. Her düşünce yeni bir kabus, her kabus yeni bir bitmişliğe, tükenmişliğe iteliyordu.”

Bu satırlarla başlamıştı adam hayatını anlatmaya. Kim bilir ne denli zor, ne denli engelli bir yaşamdan geçmişti. Kitabında hem tüm hayat tecrübelerini okuyucuya aktaracak, hem de kendini bir parça rahatlatacaktı. Üçüncü şahıs olarak kaleme aldığı kendi yaşamından biraz uzaklaşacak, kendisine uzaktan bakmanın tadına varacaktı. Yaşadığı sıkıntılar peşini hiçbir zaman bırakmayacak olsa da onlarla yaşamaya alışmak için kendine şans tanıyacaktı.

Ve devam etti adam kitabına…
Uzun uzun yazdı, hiçbir anı atlamadan uzun uzun…
Ve nihayet bitirdi bitmek bilmeyen sıkıntılarını anlattığı kitabını.
Yoruldu adam, çok yoruldu.

Kitabın son cümlesi de “Yoruldum” oldu.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Su Denilince Susamak mı Susmak mı?

Fosil yakıtların yakılması, bilinçsiz sanayileşme, hızlı şehirleşme ve ormanların tahribatıyla; atmosfere salınan sera gazlarıyla birlikte gücüne güç katarak etkilerini gösteriyor küresel ısınma. Yaşanan iklim değişiklikleri, yağışların azalması ve bilinçsiz su tüketimi ile hayatımızın bir parçası, büyük bir sorunu olma yolunda hızlıca ilerleyip, kendini fark ettiriyor.
Hiçbir veriye bakılmadan da kolaylıkla görülebilecek bu etkilerden sonra herkes kendini olası felaket senaryolarına inandırmaya koyuluyor. Kafa karıştıran birçok soruyla baş başa kalıyor insanlar.
Aylardır mevsim normallerinin kah altında kah üstünde seyreden hava sıcaklıkları, yıllar öncesinde uzmanların anlattığı felaket senaryolarının gerçeğe dönüşmeye başladığının mı habercisi? Nisan’da Kasım’ı ya da Temmuz’da Nisan’ı yaşamak gerçekten de normal mi ?
Yazın başında barajlardaki su yetersizliği ile ilgili haber yapan görsel basın, küresel ısınmanın azılı bir katil gibi boğazımıza yapışıp, intikam için gün saydığı gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştı.
Yakın zamanda okuduğum birkaç makaleden sonra içime bir merak düştü ve İstanbul’un barajlarındaki su miktarını araştırmaya başladım.Araştırma verilerinin gerçeği birebir yansıtmasını istediğim için konunun en yetkili ağzının, İSKİ’nin internet sitesindeki istatistiklerini incelemeye koyuldum ve ne yazık ki gerçekler beni korkuttu.
Geçtiğimiz yılın Temmuz ayında İstanbul’daki barajların doluluk oranı %74,71 iken aradan geçen bir yıl ile bu oran oldukça azalmış. Temmuz 2014 rakamları, barajlardaki doluluğun %19,74’e düşmesiyle korkulan senaryonun yakında gerçek olacağına işaret ediyor.
İstanbul’un barajlarında an itibariyle 171.497 milyon m3 su bulunmakta. Bu miktar oldukça fazla görünebilir fakat son 5 ayda harcanan su miktarının 367.651 milyon m3 olması ile İstanbul’un 1 aylık içme suyunun kaldığını hesaplamak çok da zor değil.
Bu istatistiklere rağmen yetkililer 2100’ler, 2200’lere kadar dert görmeyeceği iddiasında. Rahatlıklarının sebebini anlayamamış olsam da “Umarım dedikleri gibi olur” demekten kendimi alıkoyamıyorum.

Peki, tablo bu kadar vahim iken bizler birey olarak ne yapabiliriz?

Başta su olmak üzere kağıt, elektrik, kömür ve doğalgaz tüketiminin ihtiyaç kadar kullanılması, ulaşımda toplu taşıtların kullanılıp egzoz dumanının atmosfere salınmasının önlenmesi; tüketicinin yani bizlerin israftan kaçınarak hem ev bütçesine küçük katkılarda bulunması hem de çevreye duyarlı olduğunu göstererek insanlara örnek davranışlarda bulunması gerekiyor. Bilinçli tüketici olmak atabileceğimiz ilk adım.
Tasarruf kadar önemli bir diğer konu da “Farkındalık Yaratmak”
Ortada bir sorun var ve herkes bu soruna kulaklarını tıkayarak, kendini bu sorundan soyutlamaya çalışıyor. “Benim aldığım küçük önlemler mi dünyayı kurtaracak?” gibi bir yaklaşım da yanlış bir tavır. Soruna “Benim aldığım küçük önlemler” yerine “Bizim toplum olarak aldığımız küçük önlemler” olarak bakmak gerekli. Bu gibi tüm dünyayı etkisi altına alan sorunlarda toplum olarak bilinçlenmenin önemi büyük. Fakat insanların büyük bir kısmı ne denli büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzun farkında değil. Bu konuda insanların bilinçlenmesi ve tasarruf bilincinin aşılanması da en az tasarruf etmek kadar önemli.
Dünya devletlerinin sorunun çözümü için neler yapması gerekir?
Bizler bireyler olarak alabileceğimiz tüm önlemleri almış olsak bile bu sorunun çözümü için yeterli şartlar ne yazık ki sağlanmış olmayacak. Nasıl ki bizim toplum olarak bilinçlenip, birlikte hareket etmemiz gerekiyorsa, dünya devletlerinin de kolektif bir bilinç içinde hareket etmeleri, bu bağlamda öncelikle sorunun büyüklüğünü tespit etmeleri,ayrıca tedbir alınmadığı takdirde dünyada ne gibi felaketlerin yaşanılabilineceğinin araştırılması gerekiyor.
Öncelikli olarak atmosfere salınan sera gazlarının azaltılması hususunda devletlerin protokoller imzalayıp,bir an önce uygulamaya geçmesi, daha sonra da bu bağlamda çeşitli yaptırımlar uygulaması gerekiyor.
***

Kısacası herkesin elini taşın altına koyup, elinden ne gelirse yapması gerekiyor. Unutmamız gereken bir şey var: “Bu dünya bizim ve gidebileceğimiz başka bir dünya yok.” Hem kendimiz için hem de gelecek nesiller için daha yaşanılabilir bir çevre yaratmak mümkün.
Küresel ısınmayla savaşımızı ya hep birlikte çaba gösterip kazanırız ya da onun bizi sinsice ama her geçen gün hızlanarak ele geçirmesine seyirci kalırız.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Yağmuru Bekleyen Şehir

Y
ine hüzün çökmüştü şehrin merkezine…Gidenlerin acısı, kalanların yüreğine oturmuş; kalkmak nedir bilmiyordu. Yangın sonrası her yanı kül olmuş bir hengame misali, derin bir sessizlik, anlamsız bir durgunluk hakimdi etrafa. Kimse kimseyle konuşmuyor, yaşananlara anlam veremiyordu.Gökyüzünün rengi değişmiş, beti benzi atmış ürkek bir çocuğun yüzü gibi bembeyazdı. Her tarafı kaplayan bulutlar, insanların içini kaplayan bu derin yasın gözyaşlarını şehrin üzerine boşaltmaya hazırlanıyordu.Eskiden her yana hakim olan bu asi şehrin güçlü uğultusundan hiç eser yoktu. Bulutların renginden midir bilinmez ama bu kaçışan kalabalığın derin sessizliği hiç de iyiye işaret değildi. Acılarını bu denli sessiz, bu denli paylaşımsız yaşamaları; fırtına öncesi sessizliğin mi habercisiydi?Yoksa alışılagelmiş tabloların tekrar tekrar yaşanmasının verdiği bir şaşkınlık, monoton bir üzüntü hali miydi?
Ara sokakların ana caddeye açılan yollarının kenarlarını mesken tutmuş seyyar satıcılar, günün bitimini dört gözle bekliyor; satışlarını arttırmak için uğraşmıyorlar, bağırmıyorlardı. Sokak müzisyenleri enstrümanlarına öylesine sıkı sarılmışlardı ki tek bir notanın bile özgürlüğe kavuşmasına izin vermiyorlardı. Az ileride her gün elinde onlarca balonla çocukların yüzünü güldüren, onları eğlendiren adam bile bugün balonlarını şişirmekten yorulmuştu.Çiçekçilerin sepetlerindeki güller, menekşeler,papatyalar yüzlerini yere çevirmiş, mahzun mahzun boşluğu izliyorlardı.
       Gökyüzünde yaşanan küçük bir hareketlilikten sonra bulutlar var güçleriyle damlaları yeryüzüne ulaştırıyordu. Yere düşen damlalara eşlik eden gök gürültüsü gün boyunca sessizliğe alışmış insanları normalden daha da fazla korkutuyordu.
Eve erken gitmek için bir neden arayanlar, bu ruhsuz sokaklardan uzaklaşmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattı bu. Çok geçmeden boşalan sokaklarla birlikte şehir bile kendine hayret eder bir hale geliyordu. Bu cadde daha önce hiç bu kadar yalnız, hiç bu kadar kimsesiz kalmamıştı.
Acınası halde olan bu şehrin inzivaya çekilme vakti gelmiş, yavaş yavaş karanlığa teslim olmaya başlıyordu. Bu şehir bugünü yorgun, ruhsuz ama yarının güzel geçeceği umuduyla tamamlıyordu.
Ve gün nihayet bitti.

23 Mayıs 2014 Cuma

Dehlizler de Aydınlanacak Bir Gün

Yürüyordu usul usul…
Sessizce geçiyordu yollardan. Kimse onu duymamalı, elinde ne olduğunu bilmemeliydi. Kahraman edası ve kendinden emin tavrıyla yürümeye devam ediyordu. Başaracaktı, başarmalıydı. Bu bilinçle karşısına çıkacak tüm zorlukları aşmak için zırhlarını kuşanmış; tek bir düşünceyle yürüyordu: “Başaracağım!”.Yorgundu ama başaracağı günün hayaliyle ilerliyor ve içini bir nebze de olsa rahatlatıyordu. Olumsuz tek bir düşünce yoktu kafasında ya da onu yenilebileceğine inandıracak tek bir engel yoktu. Ama yine de temkinli ilerliyor ve adım adım yaklaşıyordu hedefine. Öyle parıltılı bir yer değildi varmak istediği yer. Karanlık, soğuk, ıssız,sessiz ve sıradan bir yaşama; yarının dünden farkının olmadığı bir yere doğru ilerlemeye devam ediyordu. Bir gün oraya varacak ve yol boyunca elinde sımsıkı tuttuğu bilgiyi oraya ulaştıracak ve onun engin ışığıyla insanları kuşatacak, etrafa yayılan bu ışıkla insanların gözleri kamaşacak ve nihayetinde o derin uykularından uyanacaklardı. Belki anlık bir duraksama olacaktı ama sonunda harekete geçecekler, yarınlarını dünden farklı kılmak için var güçleriyle çabalayacaklardı. Hayatları boyunca her istediklerini dişiyle tırnağıyla kazanmaya alışmış bu insanlar, bu defa da kendi benliklerine ulaşmak, “Bende varım!” diyebilmek için çırpınacaklardı. Gerçeğin o şaşaalı görüntüsüne olan inançlarıyla, tek vücut olup hareket etmenin eşsiz tadına varacaklar ve “durmak” kelimesini lügatlarından çıkararak zirveye ulaşmaya çalışacaklardı. İnanıyorlardı ama inanmanın da tek başına yetmeyeceğini çok geçmeden anlayacaklardı. Yollarına engeller çıkacak ve bu engellere takılıp bir kez daha o dehlize sürükleneceklerdi. Bilgi nihayetinde ulaşılamaz denilen yerlere ulaşmış, uyandırılamaz denilen herkesi uyandırmıştı. Ama bu yeterli olmadı, olamadı. Bilgiyi bilmek değildi mühim olan. Mühim olan her an öğrenebilmek, bilgi havuzuna her saniye yeni bir damla ekleyebilmekti. Bir gün öğreneceklerdi ve apaydınlık olacaktı dehlizler. Bugün değil ama bir gün.




30 Nisan 2014 Çarşamba

30 Nisan'dan 1 Mayıs'a

        1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramıişçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü.Böylesi güzel ve anlamlı; bayram havasında geçmesi gereken;haksızlığa karşı birlik ve dayanışma çağrısının yapılacağı bir günde, meydanların kapatılıp polis çemberi altına alınması, ulaşımın engellenmesi sizce de ironik değil mi? 

       1 Mayıs gelmeden, yetkili ağızlardan yapılan sözde uzlaşımcı özde yasakçı açıklamalar birer birer duyulmaya başladı.Yasakçı zihniyetin, dikta yönetimin İstanbul sözcüsü, 1 Mayıs'ta İstanbul'un ulaşımında büyük rol oynayan birçok raylı sistemin, metrobüs ve vapur seferlerinin iptal edildiğini söyledi. Gerekçe olarak da "önlem" dedi.Ulaşımı engelleyerek uzlaşı sağlamak gibi bir gaflete kapılmış olan dikta yönetim; işçi ve emekçileri bu anlamlı günde terörist olarak göstermek için elinden geleni yapacak, bayram havasında kutlanılması gereken bu güne yasaklarla gölge düşürmeye çalışacak. Bunların hepsi bekleniyordu. Ne de olsa dün halkın parkını halka kapatırken alkışlananlar, bugün halkın ulaşımını engelleme hakkını pek tabi kendisinde görecek.


Peki yarın ne olacak?


        Başta Taksim olmak üzere, Kadıköy ve Beşiktaş'ta halk,bayramını kutlayıp yürümek isteyecek; polis onları engellemek için biber gazı, tazyikli su ve hemen ardından da kaba kuvvet kullanacak.Birçok insan yaralanacak. Belki de ölenler olacak. Sonra herkes haber kanallarını açacak ve gözleri alt yazıya takılacak. "Başbakan açıklama yapıyor." Halka cevabını günler öncesinden hazırlayan başbakan, hazırladığı cevabı basın açıklamasıyla ülkeye hatta dünyaya duyuracak. "Biz onlara yer gösterdik. Gidip bayramlarını orada kutlamalıydılar" diyecek. Polisi kahraman; işçi ve emekçiyi terörist ilan edecek. Kısacası 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı polisin kaba kuvveti ve dikta yönetimin sözde önlemleriyle mahvolacak. Hastaneler yaralılarla dolup taşacak. Ve bir 1 Mayıs daha hafızalara Kurban Bayramı olarak kazınacak. Kurbanları işçi ve emekçiler, kasapları ise dikta yönetim olacak.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Eski Dostlar


Sessizliğin sesini dinlemekten nefret etmiş bir beden, sevgiye susamış bir ruh ile birleşince,hüsran tablosunun o ürkütücü yanı birden aydınlanıyordu. Sabahlara kadar ağlamaktan yorgun düşmüş biçare gönlüne,beyhude bir uğraşla derman arayan kadın; umutsuzluğun engin denizinde kulaç atıp, boğulmamak için elinden geleni yapıyordu.
 
Hasretini çektiği o kalabalık yaşantısını anımsıyor, yüzünde beliren ani bir tebessüm, yerini gözyaşlarına bırakıyordu.
Dönüp arkasına baktığında "Dolu dolu yaşadım" diyebiliyordu. Diyebiliyordu ama bir yandan da akıp giden o zamanları, bu dünyadan göçüp giden dostlarını, onları çok özlüyordu. Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olsa da yıllarca anlatsa bitiremeyecek kadar çoktu onlar.  
Gramofonda yine o şarkı çalıyordu. Elinde kahvesi ile balkona kurulmuş, balkonun muhteşem manzarasına ve denizin eşsiz mavisine aldırmadan, bir noktaya odaklanmış, eski günleri yâd ediyordu. Gözünde canlanan dostlarını anımsayınca içi tekrar tekrar cız ediyor, gözyaşları sel olup akıyordu. Akan gözyaşları ile eşlik ediyordu şarkıya... 

"Eski dostlar,eski dostlar.
Hayal meyal düşler gibi..."

17 Mart 2014 Pazartesi

Tiyatro Güncesi: NİCE YILLARA

Alıştığı o şaşaalı hayatının son bulmasıyla yalnızlığa,parasızlığa mahkum olmuş; unutulmaya yüz tutmuş bir aktör Zerrin Karaman...
Eski zamanlardaki o kalabalığa hasret kalmış, yapayalnız bir doğum günü kutlama telaşında.
Işıltılı kostümlerle çıktığı sahneleri, alkış seslerini özleyen aktör;eskiden yanında olan iyi gün dostlarından yarattığı hayali misafirlerini evinde ağırlıyor. Onlara olan öfkesini, kinini kusuyor.Aslında öfkesi de kini de kendine... 
Telefon sesine muhtaç bir yaşam süren aktörün içinde bulunduğu durumun içler acısı hali yansıyor sahneye.


Kaynanalar dizisinde Döndü karakteriyle tanıdığımız, Baskül Ailesi'nin Zerafet'i; Defne Yalnız'ın oynadığı, 2 perdelik mükemmel bir oyun: "Nice Yıllara"
Oyuncu, sahne hakimiyetiyle ve ustalığıyla izleyenleri kendine hayran bıraktı.


Keyif alacağınız harika bir oyun. Şimdiden iyi seyirler.

7 Mart 2014 Cuma

Bazen...

Bazen çığlık atmak istersin…
Aslında istediğin çığlık atmak değildir sadece. Pişmanlıklarını atmak istersin; kinini, nefretini…Kıymeti bilinmeyen sevgini atmak istersin,verdiğin değerleri, aldığın riskleri… Yaşamak için gösterdiğin beyhude çabayı atmak istersin. “Keşke”lerini, “belki”lerini, imkansızlarını ya da imkanlılarını.
Tüm duygularını hemen, birden koparıp atmak.
Bir çırpıda söküp atmanın imkansızlığını bildiğin halde yapmak istersin bunu.

25 Şubat 2014 Salı

Kendisinden...

Yine yorgun, yine bitmiş,yine…
Yine hayat onun planladığı gibi gitmiyordu. Biliyordu! Planlar, hiçbir zaman gerçek olmayacak düşlerdi. Ama yine de söz geçiremiyordu kalbine. Hayatın ne zaman, nerede ve ne şekilde karşısına neler getireceğini bilememek, ona acıdan başka bir şey vermiyordu. Alışmaya çalışsa da bu duruma, mantığının doğrusuyla kalbinin doğrusu hiçbir zaman aynı olmuyordu. Bu karmaşanın çözümünü aramak için olağanca uğraş verse de bir adım öteye gidemiyor, başladığı yerde mıhlanıp kalıyordu. “Zaman” diyordu. Belki de ona bırakmak, çözümü ondan beklemek;evet en doğrusu buydu. Ama ne yüreği isyan etmeden durabiliyordu, ne de mantığı sabredebiliyordu. Tükendiğini hissediyordu ve tükenmişliğin ağır yükü, onu öylesine zorluyordu ki “yeter!” diye bağırmamak, bir çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu.
Ne yapsa, ne etse olmuyor, bir türlü tutunamıyor; hayat denen o sahnede bir türlü alkış sesi duyamıyordu. Ya o, oynadığı sahneye hiç alışkın değildi ya gerçekten kötü bir oyuncuydu ya da kötü rolleri oynamak hep ona düşüyordu.
Şansına küfredip duruyor, hıncını kaderinden çıkartmaya çalışıyordu. İnanmıyordu aslında kadere. Hayatın, kişinin doğru ve yanlışlarına göre şekillendiğine inanıyordu. İnanıyordu inanmasına ama ne çare? Bu bahtsızlığını da “kader” diyerek adlandırıyor, böylece olanlarda onun payı hiç yokmuş gibi sessizce kenara çekiliyor, kısa süreli mutluluklar yaşayıp; bir süre sonra da yaşadıklarından dert yanıyordu.
Olmuyordu, ne yaparsa yapsın bir türlü bahane bulamıyordu. Bile isteye saplandığı bataklıkta, hiç suçu yokmuş gibi davranıp yanlış üzerine yanlış yapıyor, yanlış yaptıkça da batmaya devam ediyordu.
Ama öğrendi. Bir yanlışın bile bir çok doğruyu götürebildiği yerdi hayat sahnesi.
Kabullendi!
“Ben” dedi. “Bütün sorumlusu benim.”

Bu kez doğruyu bulmuş, en azından yanlışları düzeltmek için doğru yerden başlayacaktı. 

Kendisinden…

9 Şubat 2014 Pazar

Biterken Başlamak

Sonu yoktu yaşananların. Biliyordu... Her an göz yaşı, her an hayal kırıklığıyla geçerken; mutlu olmak için uğraşmanın beyhude bir çabadan başka bir şey olmadığını öğreniyordu. Örselenen yüreği; her çırpınışında daha da duygusuz, hissiz bir insana çeviriyordu O’nu. Bunu bile bile yürüdüğü yolu değiştirmiyor, kendine zarar vermek pahasına adımlarını atmaya devam ediyordu. Hayalet bir şehirde, kalabalığın içinde ürkek bir yalnızlık yaşıyordu.
Sessizliğe bürünmüş bir deniz gibi usul usul nefes alıyordu. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi.Sanki canı hiç yanmıyormuş ya da yaşadığı felaketlerin karşısında dimdik durabiliyormuş gibi. Bu sessizlik bir fırtınanın mı habercisiydi? Yoksa kabuğuna çekilmiş, bir bitmişliğin resmi miydi?
Hayır! Bu kadar çabuk vazgeçmeyecekti.
Düşündü… Uzun uzun düşündü. Saatlerce soğuk duvarların arasında kendiyle hesaplaşmak; dönüp arkasına baktığında kendindeki ve hayatındaki değişimin farkına varmak onun için hiç kolay olmadı. Geçmişini silmek istedi, olmayacağını bile bile denedi. Keşkelerin o derin boşluğuna düşse de kendini toparlaması çok vakit almadı.
Tercihini yapmış; kendinden emin olmasa da ayakta durmaya söz vermişti. Şimdi tutunacak bir dal, yaşamak için bir amaç arayacaktı. Kim bilir belki de bulacaktı. Bunu şimdiden anlamak epey güç hatta imkansızdı.
Gelecek için yorumlar yapıp zaman kaybetmektense; yaşayıp kendisi görecekti neler olacağını. Hatalar yapacaktı beklide. Belki de o hataların geri dönüşü hiç olmayacaktı. Belki mutlu olacaktı. Mutlu olmak mı? Ne yani? Hayalini kurmaya korktuğu şey gerçek mi olacaktı? Yüzünde belirginleşen tebessüm,bir anda kayboldu. O mutlu olamazdı.O gülemez, o kahkaha atamaz... O bu hayatı gerektiği gibi yaşayamazdı. Sonra durdu ve kapattı gözlerini. İçindeki ses feryatlarla soruyordu.
 “Neden hata yapmaktan ve mutlu olmaktan bu kadar korkuyorsun?”
Soru içinde öylesine yankılandı ki; çarptığı her yer defalarca sızladı.Bekledi ve nihayet içinde yankılanan ses sustu ve susar susmaz derin bir sessizlik hakim oldu etrafa. Şimdi konuşsa tutulacak; sussa bu hesap gün geçtikçe kabaracaktı. Ya şimdi cevaplayacaktı henüz cevabını bilmediği bu soruyu. Ya da zaman ilerledikçe daha da ağır gelecek, daha da ezilecek; gün geçtikçe içini kemirecek ve belki bir gün bitirecekti bu soru onu. Şimdi son bir atak yapıp cevabı vermeliydi. Düşüncelerin içinde kaybolmuş, hava epey kararmış; saat gece yarısına yaklaşıyordu.
Çok uğraş verse de bulmak için cevabı, olmadı. Cevabını bulamadı belki ama değişmek, kaybettiği benliğine kavuşmak için yeni bir karar aldı.
Evet!
Yeni bir gün, yeni bir başlangıç olacaktı onun için. Bugün onun miladı, mutlu olmak için çabalamanın ilk günüydü. Şimdi derin bir nefes aldı ve söz verdi kendisine. Her ne olursa olsun anmayacaktı geçmişi. Hatırlamayacaktı o bitmişliği,  tükenmişliği, yitmişliği...
Şimdi uyuyacak ve yepyeni bir hayata uyanacaktı. Yepyeni ve mutlu olacağı bir hayata…